10 Eylül 2014 Çarşamba

AHMET YESEVİ’NİN KIPÇAKTAKİ HALİFELERİ


...........................................................................................................Ahmet Turan TİRYAKİ..........
Rivayete göre Hazret Sultan Hoca Ahmet Yesevi’nin, on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan
dokuz bini uzak memleketlerde olmak üzere birçok müridi ve hayatta iken kendisinin geleneğe
uygun olarak atadığı pek çok halifesi vardır.
Kaynakların aktardığına göre Ahmet Yesevi’nin ilk halifesi, ilk hocası olan Arslan Baba’nın oğlu
Mansur Ata’dır. Ondan sonra yerine Abdü’l-Melik Ata, ondan sonra da Melik Ata’nın oğlu Tac
Hoca geçmişlerdir. İkinci halife, Harezmli Said Ata’dır. Üçüncü halife Türkler arasında en meşhur
olan, “dervişler ahvalinden Türkî dilde hikmet -âmiz ve latâif-i ibret-engizleri” bulunan Süleyman
Hakim Ata’dır.
Hakkında yazılan menakıbnâme sayesinde Süleyman Hakîm Ata hakkında etraflıca bilgi vardır.
Süleyman Hakîm Ata daha küçük yaşta Ahmet Yesevi dergahına kabul görmüştür. Okula giden
Süleyman Hakîm Ata, diğer çocuklar gibi Kuran-ı Kerim’i boynuna asmaz, büyük bir saygıyla
elleriyle başının üzerinde taşırdı. Ayrıca okuldan çıkıp eve giderken okula sırtını dönmez, yüzü
okula, sırtı eve dönük olarak evin yolunu tutardı. Ahmet Yesevi Hazretleri Süleyman Hakîm Ata’nın
bu hâlini pek beğenmiş, hocalarından izin alarak kendisine gelmesini tavsiye etmiş, Süleyman
Hakîm Ata da bu davete icabet etmiştir.
Herkes buğday biz saman, herkes yahşi biz yaman
(S. Hakim Ata)
Rivayete göre Hızır Aleyhisselam birgün Hoca Ahmet Yesevi’yi ziyarete gelmişti. Hoca Ahmet
Yesevi de yemek pişirmek için dergahtaki çocukları odun toplamaya yollamıştı. Az sonra başlayan
yağmur, çocukların topladığı bütün odunları ıslatmıştı. Ancak Süleyman Ata’nın getirdiği odunlar
kuruydu. Bunun sebebini sorulunca, “yağmur başlayınca elbiselerini çıkarıp odunların üzerine
serdiğini, odunlarının bu sebeple kuru kaldığını” söyler. Hızır Aleyhisselam’ın hoşuna giden bu
davranış sonucunda kendisine Hakîm adı verilir ve hem Hızır Aleyhisselam hem de Hoca Ahmet
Yesevi Fatiha okuyarak onu kutlarlar. Hızır Aleyhisselam, Süleyman Hakîm Ata’nın ağzına tükürük
bırakır, Süleyman Hakîm Ata içine sığmaz. Hızır Aleyhisselam “Haydi durma, feyz izhâr et” der.
Hakîm Ata da bundan sonra Hikmetler söylemeye başlar.
İş bu aşkın şarabını içtik elhamdülillah
Binip aşkın burakına bindik elhamdülillah
Ayak idik baş olduk kuru idik yaş olduk
Dileyene hem de eş olduk elhamdülillah
Süleyman Hakîm Ata’nın hikmet söylemeye başlaması, Anadolu tasavvuf geleneği ile
benzerlikler gösterir. Yunus Emre, yıllar yılı Taptuk’un dergahına ağızsız dilsiz hizmet eder.
Bir gün sofradaki bir ozandan bir şeyler söylemesi istenip de ozanın dili tutulunca, Taptuk
Emre Yunus’a döner ve “sen söyle Yunus” der. Tıpkı Hızır Aleyhisselam’ın Hakim Ata’nın
dilini çözmesi gibi Taptuk Emre de Yunus Emre’nin dilini çözer.
Haktan gelen şerbeti içtik elhamdülillah
Şol kudret denizini geçtik elhamdülillah
Kuru idik yaş olduk kanatlandık kuş olduk
Birbirmize eş olduk uçtuk elhamdulillah
Görüldüğü gibi Ahmet Yesevi ile Yunus Emre arasında bire bir benzer olan hikmetlerin
haricinde Süleyman Hakim Ata’nın hikmetleri ile Yunus Emre’nin ilahileri arasında da
büyük söyleyiş benzerlikleri vardır.
Benzer bir hâl, Abdal Musa ile müridi Kaygusuz Abdal arasında da yaşanır. Kaygusuz
Abdal kırk yıl aralıksız dergaha hizmet ettikten sonra Abdal Musa’dan gitmek için izin ister.
Bunun üzerine bir divitle kalem isteyen Abdal Musa, icazetname yazarak Kaygusuz Abdal’a
verir. Kaygusuz Abdal’a şevk ve muhabbetinden bir susuzluk arız olur. Bir keşkül içine
biraz yoğurt koyar, su ekleyip ayran yapar. Abdal Musa’nın verdiği icazetnameyi de küçük
parçacıklar hâlinde içine doğrar ve içer. Abdal Musa’ya şikayet edilince, “Sultanum, sizün
yadigarunuzu saklamaga hiç bundan daha ma’kul bir yir bulamadım. Kendü kalbimde saklayam”
der. Bu cevabı beğenen Abdal Musa da Kaygusuz Abdal’a “Başka kimseler dışarudan söyler, sen
içünden söyleyesün” şeklinde cevap verir. Kaygusuz Abdal, içindekileri söylemeye başlar.
Süleyman Hakîm Ata’nın dergahtan içeri ıslak odunu layık görmemesi ile Yunus Emre’nin dergahtan
eğri odun bile giremez dediği şuur hâli de neredeyse ikiz kardeş kadar birbirine benzemektedir.
Tıpkı Yunus Emre gibi, Kaygusuz Abdal gibi Süleyman Hakîm Ata da uzaklara gitti. Kurban
ayında bir gün Hoca Ahmet Yesevi’nin tekkesinde doksan dokuz bin şeyh, hep hazırdı. Hoca
imam oldu, namaza başladılar. Sağında Hakîm Ata solunda ise Sufi Muhammed vardı. Namaz
sırasında, Hoca’dan bir ses çıktı. Cemâat, imamın abdesti bozuldu diye icabetten vazgeçtiler, lakin
Hoca aldırmadı, namaza devam etti. Süleyman Hakîm Ata tereddütsüz namaza devam etti, Sufi
Muhammed de Hakîm Ata’ya bakarak devam etti. Nihayet selam verdikten sonra Hoca dedi ki
“Ben bunu sizin süluktaki mertebenizi anlamak için mahsus yaptım. Yoksa o ses benden değil,
belime soktuğum bir ağaç parçasından çıktı, anlaşıldı ki benim bir tek müridim, bir de yarım
müridim kemale gelmiş, diğerleri hep nadanmış.” Bunun üzerine Hakîm Ata’ya emretti: “Yarın
seher vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa ineceğin yer orasıdır!” dedi. Ertesi
sabah seher vakti Hakîm Ata gelen deveye binip salıverdi. Deve, Türkistan’dan doğuya doğru
yürüdü. Horasan şehrinin batı cihetinde Bî-nevâ Arkası denen yere geldi, durdu. O kadar zorladılar,
kalkmadı, bağırdı, bundan dolayı o yere Bakırgan dediler.
Hakîm Ata, devesinden indi. Orası Buğra Hânın at sürülerinin otladığı bir yerdi. At sürücüleri, onu
buradan kovmak istediler. O da; “Ben bir garîb dervişim, başka bir yere gitmem!” dedi. Onlar da,
ellerindeki şeylerle onun üstüne saldırdılar. Hakîm Ata, ağaçlara seslenip onları tutmalarını istedi.
Ağaçlar, Hakîm Ata’nın üstüne saldıranları dallarıyla sardılar. İki tânesi kaçıp, hâli Buğra Hana
anlattılar. Buğra Han, velîleri seven sâlih bir kimseydi. Bu habere çok memnun oldu.
“Üç gündür erenlerin mübârek kokularını alıyordum. Demek, memleketimizi bir Allah dostu
şereflendirmiş.” deyip, durumu öğrenmek için adamlarından birini gönderdi. O kimse Hakîm
Ata’ya gelip hâlini öğrendi.
Bu sırada ağaçlardan; “Allah dostlarına saldıranlar böyle olur!” diye bir ses gelip, at sürücüleri
serbest bırakıldı. Buğra Han da hâle vâkıf olunca, Hakîm Ata’nın gönlünü almak ve Allahü teâlânın
rızâsına yakın olmak için kızını ona verdi. Kızının adı Anber olup, çok güzeldi. Çeyiz olarak da
birçok deve, koyun ve at verdi. Hakîm Ata kabûl etti. Buğra Han ve yardımcıları ona mürîd, talebe
oldular. O da Bakırgan’a yerleşti. Çok meşhûr olup, o beldeleri yıllarca nûruyla aydınlattı. Eline
geçen malı da Allah yolunda harcadı. Burada, Anber Ana’dan; Muhammed Hoca, Asgar Hoca,
Hubbî Hoca adlarında evlâtları oldu. 1186 yılında vefât eden Hakîm Ata Harezm’de Bakırgan’a
(Akkurgan) defnedildi.
Süleyman Hakîm Ata’nın başlıca eserleri Bakırgan Kitabı, Ahir Zaman Kitabı, Meryem Kitabı
gibi Orta Asya’da ve bilhassa İdil çevresinde hâlâ büyük vecd ile okunan bir takım halk eserleridir.
Bunların arasından öne çıkan en meşhur eseri ise bir şiir mecmuası olan Bakırgan Kitabı’dır. Tıpkı
Divan-ı Hikmet gibi Bakırgan Kitabı da sadece Süleyham Hakîm Ata’ya isnad edilemeyecek, bir
takım dervişlerin benzer mahlaslarla söyledikleri şiirlerden oluşan bir kitaptır.
Süleyman Hakîm Ata’nın birçok halifesinden en meşhuru Tac Hoca’nın oğlu olan Zengî Ata’dır.
Yeseviye sülalesi de daha çok Zengi Ata’nın halifelerinden Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelir.
Zengi Ata’dan başka Kaşem Şeyh ve Halil Ata da Süleyman Hakim Ata’nın halifeleridir.
Şâh-ı Nakşbend şöyle anlatmıştır: “Bir gece rüyâmda, Türk âlimlerinden Hakîm Atâ, beni
yetiştirmesi için talebelerinden birine havâle etti. Sâliha bir ninem var idi, rüyâmı ona
anlattım. “Oğlum, senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır.” dedi. Bunun üzerine rüyâda
gördüğüm o dervişin sîmâsını hatırımda tuttum ve karşılaşacağım günü bekledim. Bir gün
Buhârâ pazarında, Hakîm Atâ’nın rüyâmda beni yetiştirmesi için kendisine havâle ettiği
zât ile karşılaştım. İsmi Halîl Atâ idi. Ben onu derhâl hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir türlü
yanına yaklaşıp sohbet edemedim. Bundan dolayı üzgün bir hâlde eve döndüm. Akşam bir
kimse evime gelip, Halîl Atâ seni çağırıyor dedi. Bu habere çok sevindim ve bir miktâr hediye
bulup, hemen huzuruna gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana çok iltifât etti. Rüyâyı anlatmak
isteyince; “Senin hâtırında olanı biz biliyoruz, anlatmana gerek yok.” buyurdu. Bundan
sonra uzun zaman sohbetine devâm ettim. Çok feyz alıp, istifâde ettim. Bir müddet sonra
Mâverâünnehr sultânının vefât etmesi üzerine, oranın halkı, Halîl Atâ’yı sultanlık yapması
için Buhârâ’dan Mâverâünnehr’e dâvet ettiler. Dâveti kabûl edince ben de birlikte gittim. O
tahta oturdu. Ben de hizmetine devam ettim. Kendisinde çok kerâmetler görülüyordu. Bana
şefkat ve muhabbet gösterip yetiştirdi. Böylece orada altı sene süren sultanlığı sırasında da
hizmetinde bulundum. Kendisine o kadar yakın oldum ki, her sırrına vâkıf, işlerinde idâreci
oldum. Görünüşte diğer hizmetçiler gibi çalışırdım. Hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu
büyük âlim tahttan indi. Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra Zeyvertûn köyüne yerleştim.
Hoca Ahmet Yesevi’nin bunlardan başka Sufi Muhammed ve Danışmend adlı iki halifesi daha
vardır.
Ayrıca Anadolu, Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika gibi çok yaygın bir coğrafyada Hoca Ahmet
Yesevi Hazretleri’nin adı saygıyla anılmış, O’nun talebelerinin yetiştirdiği bir çok derviş bu
topraklardan gelip geçmiştir.
Kimi rivayetlerde Ahmet Yesevi bizzat oğlunu Anadolu’ya göndermiş, kimisinde ise dervişini
Rum’a gönderilmek üzere Hacı Bektaş’a ısmarlamıştır.
İslam ve tasavvuf anlayışlarının da ötesinde; Yunus Emre’nin, Ahmet Yesevi ve Süleyman Hakîm
Ata ile büyük söyleyiş benzerliklerine (hatta kimi zaman aynı) sahip oluşu önemli bir noktadır. Her
ne kadar Hacı Bektaş-ı Veli ile Ahmet Yesevi bağlantısı çağ uyuşmazlığı sebebiyle mantıklı olarak
kurulamıyorsa da elin aynı “el” olduğu apaçık ortadadır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder