Türklerin İslamiyet’i kabulünden ziyade İslamiyet’i algılayış ve yaşayış biçimlerini derinden
etkilemiş bir mutasavvıf olan Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi; fıkıh, kelam ve tasavvufta
dayandığı temel kaynakları halkın anlayabileceği bir şekilde tebliğ etmiş, Türk milletinin
vicdanında derin bir sevgi ve bağlılığın sembolü olmuştur. İslam’ın emir ve yasaklarına sıkı
bağlılığı ve Peygamberin (S.A.V.) sünnetine sonsuz hürmetinin yanı sıra Türk milletinin tarihten
getirdiği kimlik değerlerini yüceltmesi sayesinde yaşadığı devir ve coğrafyanın çok ötesine taşmış,
milletini Allah’a aşk ile ulaştırmıştır.
Onun irşadı ve manevi işaretleri üzerine Çin’den Asya içlerine, Anadolu’dan Balkanlara,
Kafkaslar’dan Afrika’ya ve Hind’e kadar Türk’ün ulaştığı her yere, saf ve tertemiz bir İslam
inancı ulaşmıştır. Adeta aşkla yıkanmış bu tertemiz inanç, aradan geçen bunca zamana rağmen
Türk Milleti’nin ruhunda yaşamakta, O’nun mübarek kabri başında Turan’ın her yerinden gelen
ziyaretçilerle “dilde, fikirde, işte birlik” adına gelecek yüzyıllara umut taşımaktadır.
Ahmet Yesevi, bugün Kazakistan toprakları içerisinde bulunan, yeni adıyla Sayram, eski adıyla İsficab
veya Akşehir olarak bilinen kasabada doğdu. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında araştırmacıların
mutabık olduğu kesin bir tarih yoktur. Bununla birlikte gerek hikmetlerinden gerekse çağdaşlarının
hayatlarından yola çıkılarak, 1085-1095 yılları arasında doğduğu, 1166 yılında vefat ettiği genel
olarak kabul edilir. Babası Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. el Hanefi neslinden Şeyh İbrahim,
annesi ise Şeyh İbrahim’in halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur.
Ahmet Yesevi’nin doğduğu yıllarda yaşadığı bölge en az 150 yıldır İslamiyet’i kabul etmiş
bulunuyordu. Onun yaşadığı devirlerde İtil (Volga) Bulgar Hanlığı, Karahanlılar, Gazneliler,
Selçuklular ve Harezmşahlar gibi önemli Türk İslam devletleri vardı. Hatta Fuad Köprülü, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde, tasavvuf fikirlerinin İran’dan hareketle ve İslam’ın
bölgeye girişte izlediği yolu izleyerek Türkler arasında yayıldığını belirtmektedir.
Tasavvufla içli-dışlı bir ailede dünyaya gelen Ahmet Yesevi, küçük yaşta anne ve babasını kaybedince
ablası Gevher-Şehnaz’ın velayetinde Yesi’ye yerleşti. Arslan Baba ile burada karşılaştı ve emaneti
aldı. Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’inde anlatıldığına göre Arslan Baba, Peygamber’e saygılı
bir sahabedir. Bir diken kulübesinde yaşayan Arslan Baba’nın evini Peygamberimiz (S.A.V.)
ziyaret etmiş ve O’nun bu sade hayatını görüp dua etmişlerdir.
Menkıbeye göre; Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) savaşlarından biri esnasında ashab aç kaldı
ve ricacı olarak Peygamber’in huzuruna geldiler. O’nun duası üzerine Cebrail (A.S) cennetten bir
tabak hurma getirdi, fakat o hurmalardan bir tanesi yere düştü. Bunun üzerine Cebrail (A.S.) “bu
hurma sizin ümmetinizden Ahmet Yesevi adlı birinin kısmetidir” dedi, Peygamberimiz (S.A.V.) bu
emaneti ashabtan birinin sahibine vermesini teklif etti. Ashabtan kimse bu göreve talip olmayınca
Arslan Baba bu vazifeyi üzerine alabileceğini belirtti. Bunun üzerine Hazreti Peygamber (S.A.V.)
hurmayı mübarek elleriyle Arslan Baba’nın ağzına attı ve mübarek tükürüklerinden de ihsan etti.
Hemen hurma üzerinde bir perde zâhir oldu ve Hazreti Peygamber (S.A.V.), Arslan Baba’ya Ahmet
Yesevi’yi nasıl bulacağını tarif etti ve terbiyesi ile meşgul olmasını emretti.
Yine Divan-ı Hikmet’ten öğrendiğimize göre Arslan Baba, Türkistan’da Ahmet Yesevi’yi buldu.
O’nun ilk terbiyesini ve Peygamber’den (S.A.V.) getirdiği emaneti kendisine verdi. Görevini yerine
getirdikten sonra orada vefat etti. Hikmetlerde anlatıldığına göre cenazesinde melekler toplandı,
Cebrail imam oldu, Mikail ve İsrafil onu alıp kabre koydular.
Fuad Köprülü, Ahmet Yesevi’nin tarihi hayatını anlatmaya başlamadan evvel şöyle der: “Halk
muhayyilesinin yarattığı menkabeler dâima hakikat cüz’ünü de içine alır; yani, herhangi bir
şahsiyetin veya bir hadisenin umumi vicdana akseden şeklini olduğu gibi gösterir.”
Cebrail’in vesilesi ile Peygamber Efendimize (S.A.V) ve oradan da Ahmet Yesevi’ye ulaşan emanet
herhangi bir eşya değil, ağızda taşınacak bir yiyecektir. Geldiği coğrafya itibariyle tabi olarak hurma
olan bu emanetin ağızda saklanması olsa olsa “söz” olduğuna işarettir. İslam’ın bu arap veya fars
kültürüyle yorumlanmamış saf halidir ki Ahmet Yesevi’yi önemli kılar. Hazret Sultan, milletinin
özellikleri ile aldığı bu saf emaneti potasında birleştirebilmiş, sahasındaki halkın anlayabileceği
şekilde onlara anlatmıştır.
Arslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya giden Ahmet Yesevi orada devrin en ileri hocalarından
biri olan Şeyh Yusuf Hemedani’ye intisap eder.
Yusuf Hemedani’nin halifelerinden biri olan Hoca Abdü’l Halık Gucduvani’nin Makâmât-ı Yusuf
Hemedanî adlı risalesi, o’nun hakkında tafsilatlı bilgi ile doludur. Şeyh Yusuf Hemedanî, İmam
Azam Hazretlerinin öğretilerine inanan ve onun mezhebinden birisi idi.
Makâmât-ı Yusuf Hemedanî’den öğrendiğimize göre Sultan Sencer, Semerkand’da bulunan
Kâsım Cûkî’ye bir mektup göndererek şöyle demiştir: “Şeyhu’l-İslâm ve’l-müslimîn Hâce Ali b.
Muhammed, Kadı Alâeddin Ömer... gibi Semerkand büyüklerinin bildirdiğine göre, muhterem
şeyh Yusuf Hemedânî’nin yaşı kemâle ermiştir. Bizim o tarafa gitmeye fırsatımız yok. Zîrâ
Süleymanşâh büyük bir ordu ile bu tarafa yönelmiş. Bu yüzden Semerkand vilâyetine gidip
gelemeyiz. Dervişlerin tekke masrafları için Kâsım b. Cûkî’ye helâl yoldan ihtiyatla kazanılmış
50.000 dinar gönderildi. Siz de bizim işimiz için Fâtiha okuyunuz. Tüm arzumuz, hazret-i şeyhin
ahlâk ve ahvâlinin yazılıp bize gönderilmesidir. Çünkü duyduğumuza göre, hazret-i şeyhin yolu
ve tavırları tıpkı sahâbenin yolu gibiymiş. Mutlaka buna önem veriniz ve duâcınızı da bu nasîb
ile şereflendiriniz.” Bu rica kendisine iletildiğinde Yusuf Hemedani, onun için bir Fatiha
okumuş ve dervişlerinin ısrarı üzerine de “şer’i nebeviye uygun bizde ne gördünüzse yazınız”
demiştir.
Ahmet Yesevi, Hocasından fıkıh, hadis, şer’i ilimler öğrenmiş ve üçüncü halifesi
olmuştur. Hayatta iken kendisine halifelerini soran Gucduvani’ye: “Bizden sonra yerimize
Hâce Abdullah Barakî geçecek, sonra Hâce Hasan Endakî, ondan sonra Hâce Ahmed
Yesevî. Hâce Ahmed Yesevî Türkistan diyârına gidince halîfe sen olacaksın” demiştir.
Hocasının vefatından sonra sırasıyla ilk iki halifeden sonra üçüncü halife olarak tekkenin
reisi olan Ahmet Yesevi bir müddet irşad ettikten sonra postu Gücdüvani’ye bırakarak
Yesevi’ye dönmüştür.
Yesevi’de kendi dergahını kuran Hazret Sultan, vefatına kadar burada kaldı. Kur’an-ı Kerim’in
emirlerini ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) sünnetlerini tarikat adabı içerisinde Türklere öğretti.
Esasen O, Arslan Baba’dan melamîliği, Yusuf Hemedani’den de Hanefiliği öğrenmiş, bunlara İmam
Maturidi’nin öğretilerini de katarak Türk Halk Müslümanlığını meydana getirmiştir. Hikmetlerinde
Melamiliğin izlerini sık sık görmek mümkündür, Sünnilik öğretisinin merkezlerinden Nizamiye
Medreselerinde ders vermiştir. Maturidiliğin gereği olarak da zat-sıfat birliği prensibiyle, varlıkta
birliği görmeye, yani vahdet-i vücud anlayışına çokça önem vermiş, bunu da hikmetlerinde sıklıkla
ifade etmiştir. Şu halde, Türk Müslümanlığı’nın inşasında Hanefiliğin, Maturidiliğin ve Melamiliğin
Ahmet Yesevi’nin şahsında birleştiği, O’nun yorumuyla Allah’ın emirlerine ve Peygamber’in
(S.A.V.) sünnetine sıkı sıkıya bağlı, akılcı, hoşgörülü, salih örfle şekillenmiş ve aşkla yoğrulmuş
bir Müslümanlığın, Türklüğün inanç dünyasını büyük oranda şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
Altmış üç yaşına geldiği zaman, Peygamber’in (S.A.V.) sünneti sayarak gün yüzü görmeyi istemeyen
Ahmet Yesevi, dergahında, yer altında bir çilehane yaptırmış ve vaktinin büyük bir kısmını burada
ibadet ve zikirle geçirmiştir. Prof. A.J.E. Bodrogligeti, Ahmet Yesevi’nin Peygamberin sünnetine
bağlılığını açıkladıktan sonra yer altına çekilişini “Hz. Muhammed’in hürmetine, ondan 500 yıl
sonra O’nun ruhunu yaşatmış oldu” ifadeleri ile anlatır.
Tahsil hayatında ulaştığı büyük makamlara ve öğrendiği ilimlere rağmen, Yesi’ye döndükten sonra
bozkırda oradan oraya savrulan Türk topluluklarını tam kalbinden yakalamış, mesajını açık, net,
anlaşılabilir ve uygulanabilir bir mahiyette aktarmıştır. Fuad Köprülü, bu meseleden şu şekilde
bahseder: “Hakikaten Ahmet Yesevi’nin Türk tarihindeki ehemmiyeti, yalnız beş on parça, yahut
birkaç cilt tasavvufi manzumeler yazmış bir şair olmasından değil, İslamiyet’in Türkler arasında
yayılmağa başladığı asırlarda, onlar arasında ilk defa bir tasavvuf mesleki vücûde getirerek ruhlar
üzerinde asırlarca hüküm sürmüş olmasındadır.” (1105 tarihinde vefat eden Vefailiğin kurucusu
Tac-ül Arifin Seyyid Eb’ül Vefa Bağdadi ilk Türk mutasavaffıdır. Anadolu’da Babailer isyanı ile
gelişmesi durmuş, Yeseviliğin de bulunduğu diğer tarikatlar içerisinde erimiştir. Ahmet Yesevi bu
bakımdan ilk değil ama metot, dil, üslup vb. birçok bakımlardan ilk ve orijinaldir.)
O’nun Türkçe olarak söylediği hikmetleri sayesinde, dinamik bir hayat süren, özellikle şehirlerden
dışarıda konar göçer yaşayan, değil Arapça okuma yazma dahi bilmeyen Türkler İslam’ı kolay
öğrenmişler, bir takım uygulamaların taklidinden öteye, Kuran’ın mesajını anlayabilmişlerdir. Bir
hikmetinde, “Ayet hadis ma’nası Türki bolsa muvafık (uygun, münasip) / Ma’nasıga yetgenler yerge
koyar börkini” diyerek, insanların bu dine kalpten mensup olmaları için ancak anlayabilecekleri
dilde anlatmanın doğru olduğunu vurgulamıştır.
Vefatından sonra öğretileri, halifeleri ve bağlıları sayesinde Kuzey Türkleri, Türkmen, Azeri
Türkleri ve Batı Türkleri sahasında yayıldı.
Tarihi verilere göre Ahmet Yesevi’nin ilk halifesi, ilk hocası olan Arslan Baba’nın oğlu Mansur
Ata’dır. Ondan sonra yerine Abdü’l-Melik Ata, ondan sonra da Melik Ata’nın oğlu Tac Hoca
geçmişlerdir. İkinci halife, Harezmli Said Ata’dır. Üçüncü halife Türkler arasında en meşhur olan
Süleyman Hakim Ata’dır.
Hakkında yazılan menakıbname sayesinde Hakim Ata hakkında etraflıca bilgi vardır.
Menakıbname’ye göre bir gün Hızır Aleyhisselam Ahmet Yesevi’ye misafir gelmişti. Hoca,
yemek pişirmek için gerekli odunu toplamaları için dervişlerini yolladı. Az sonra başlayan
yağmur yüzünden gelen odunların hepsi ıslaktı. Yalnız Süleyman’ın getirdiği odunlar kuru çıktı.
Hızır Aleyhisselam, odunların neden ıslanmadığını Süleyman’a sordu. Süleyman da, odunların
ıslanmaması için gömleğini çıkarıp onları sardığını, bunun için ıslanmadığını anlattı. Hızır bunu
çok beğendi ve bundan sonra senin adın Hakîm olsun dedi.
Hakîm Ata, hocasının işareti ile Türkistan’ın doğusuna göçtü. Buğra Han’ın at sürülerinin
otladığı bir yerde devesi durdu, ne kadar uğraştılarsa da kalkmadı. Buğra Han’ın askerleri O’nu
uzaklaştırmak istediler ancak keramet gösterdi. Buğra Han olayı tetkik için Abdullah Sadr adında
birini görevlendirdi. İşin aslını öğrenince pek memnun oldu. Buğra Han, bu dervişin rızasını
almak için Anber adlı çok güzel bir kızını verdi. Ayrıca birçok develer, koyunlar, atlar gönderdi.
Süleyman Hakîm Ata bunları kabul etti ve o yerde yerleşti. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürid
ve mu’tekid oldular.
Süleyman Hakîm Ata’nın birçok halifesinden en meşhuru Tac Hoca’nın oğlu olan Zengî Ata’dır.
Yeseviye sülalesi de daha çok Zengi Ata’nın halifelerinden Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelir.
Hoca Ahmet Yesevi’nin bunlardan başka Sufi Muhammed ve Danışmend adlı iki halifesi daha
vardır.
Anadolu’da geçen birçok menkıbede de Ahmet Yesevi’ye rastlamak mümkündür. Kendisinin de
Ahmet Yesevi soyundan geldiğini anlatan ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi, gezdiği yerlerdeki
Yesevi dervişlerinin türbelerini ziyaret etmiş ve haklarında bilgi vermiştir. O’na göre; Niyazabad’da
Avşar Baba, Merzifon’da Pir Dede, Karadeniz kenarında Bat-ova sahrasında Akyazılı, Filibe yolu
üzerinde Adatepe’de Kıdemli Baba Sultan, Bursa’da Geyikli Baba ve Abdal Musa, İstanbul’da
Unkapanı’nda Horos dede, Zile’de Şeyh Nusret ve Tokat’ta Gajgaj Dede hep Yesevi halifeleridir.
Bunlardan başka tarihçi Âlî de Bozok sancağı civarında yerleşen Osman Baba’yı zikreder.
Bektaşi geleneğinde de Hazret Sultan’ın mühim bir yeri vardır. Kimi menkıbeler, Hacı Bektaş
Veli Hazretlerini Lokman-ı Parende vasıtasıyla Ahmet Yesevi’ye bağlarken, kimilerinde ise Ahmet
Yesevi ile Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin direk temasları vardır.
Ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra Timur’a işareti, dört yüzyıl sonra Humayûn Padişah’a
gönderdiği nişan ve öğütleri gibi pek çok hadise O’nun etkilerinin yüzyıllar boyunca sürdüğünü
açıkça gösterir. Yine Anadolu’daki pek çok gazi alperen menkıbelerinde dervişlerin Ahmet Yesevi
ile olan bağları önemle vurgulanır.
Rivayete göre Emir Timur Buhara’ya gitmeye karar verdi, yolda Türkistan’a uğradı. Hazret Sultan
rüyasında Emir Timur’u zaferle müjdeledi. Bunun üzerine Timur, Türkistan hakimini çağırtarak
Ahmet Yesevi Hazretleri’nin kabri üzerine yeni bir türbe yapılmasını emretti. Bu iş için yeterli
parayı da vakfetti. Emir Timur’un bu hareketi bazı tarihçiler tarafından bölge halkı üzerinde
meşruiyet temin etme amaçlı olarak da yorumlanmıştır. Her ne kadar bunda haklılık payı da olsa,
tek sebep bu olamaz. Zira, Şahruh Sultan’ın Çin İmparatoru’na gönderdiği mektupta, “Timur’un
Cengiz yasasını ve yargıyı kaldırıp bütün memalikte şeriat ahkamınca emr-i ma’ruf ve nehy-i
münkerle amel ettirdiğini ve zamanında ehl-i iman ve İslam’ın revnak-ı tam bulduğunu” belirtir.
Emir’in Hurufilerle ilgili takındığı tavır ve kurucusu Fadlullah’ı yakalatıp idam ettirmesi ve diğer
sapık mezheplere itibar etmemesi, O’nun Ahmet Yesevi’den ne denli feyz aldığını da gösterir.
İkinci Selim dönemine ait bir fermân-ı hümâyûn, Hazret Sultan’ın Osmanlı sarayında da itibarı
olduğunu bizlere gösterir. Buhara’dan İstanbul’a gelen ve bir Yesevi şeyhi olan Zengi Ata ve
müritleri, Beytü’l Har’âm ve Ravza-yı Mutahhara’yı ziyaret etmek maksadındadırlar. Bunun için
manevi yardım talep ederler. İkinci Selim’in emri şöyledir: “Şam’a varıncaya kadar yol üzerinde
bulunan kadılara emirdir; Buhara’dan Şeyh Ahmed Yesevî evladından olan ve elinde padişah fermanı
bulunan Şeyh Zengî –rivayetleri bol olsun- yanında bulunan dervişleriyle peygamberi ve haremi
şerifi ziyarete gelmektedirler. Bunların uğrayacakları yollarda herhangi bir zarar ve saldırıya
uğramamaları hususunda emr-i şerifimi buyurup dedim ki; yukarıda adı geçeni, dervişlerini ve
arkadaşlarını eşkıyaların saldırı ve yağmasından koruyup yanlarında bulunan değerli eşyalarıyla
beraber yanlarına kılavuz vererek emin ve sağ salim bir halde Şam’a ulaştırasın.”
Bugün Ahmet Yesevi ve Yeseviye tarikatının usulleri hakkında en geniş bilgileri sunan Cevâhirü’l
Ebrâr min Emvâci’l Bihâr adlı eserin müellifi de Yeseviye tarikatına mensup bir derviş olan
Hazini’dir. Hazini, bu eserini Üçüncü Murad’a sunmuş, Sultan bunu beğenmiş ve temize çekmesini
emretmiştir.
Ahmet Yesevi, kendisinden yüz elli yıl önce bölgeye gelen İslam’ı, bozkırda yaşayan insanlara
hikmetle anlattı. O’nun bıraktığı miras, en coşkun ruh hâlinde bile, Kur’an ve sünnetin dışına
çıkmayı mazur göstermez. Divan-ı Hikmet’inde sıklıkla Allah’ın emir ve yasaklarından,
Peygamber’in sünnetinden bahseder. Bir hikmetinde “Her kim kılsa tarikatnı davasını / Evvel
kadem şeriatga koymak kerek / Şeriatnıng işlerini edâ kılıb / Andın songra bu davanı kılmak kerek”
diyerek taliplerine evvela Kuran-ı Kerim’i ve sünneti emir buyurmuşlardır. O’nun, İslam’ı herkesin
anlayabileceği ve uygulayabileceği tarzda anlatması sayesinde, karışık, teorik meselelerden uzak
geniş halk kitleleri etrafında toplandı. Türkçe söylediği hikmetler dervişlerinin gönüllerinden
dillerine, oradan başka gönüllere akarak binlerce kilometre ötelere ulaştı. Gerek manevi irşadı
gerekse de mukaddes hatırası sayesinde bir ülke vatan oldu.
Bugün de Türk Dünyası’nın hemen her bölgesinin, etrafında en kolay toplanabildiği yegâne ortak
payda O’nun aziz ruhları huzurudur. Ahmet Yesevi’de yeniden aşkla birleşen gönüller, geçmişin
acı hatıralarını da O’nunla silmeye çalışıyor.
Türkistan’ın doksan dokuz bin pirlerinin piri Hazret Sultan Hoca Ahmet Yesevi bugün de yolumuzu
aydınlatıyor.
Hakk’a âşık bolup aytdı Kul Hâce Ahmed
Sıdkı birle eşitkenge yüz ming rahmet
Duâ kılay körmegeyler mihnet zahmet
Akil erseng bir söz birle eda kıldım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder