Orta-çağlar tarihi, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi, iki cihanşümul dinin yayılışı, cihan hâkimiyeti
ve nizâmı dâvası, birbirleriyle mücadeleleriyle dünya tarihinde müstesna bir ehemmiyet arzeder.
Hıristiyanlık Eski-çağların kargaşalık halinde bulunan putperest veya çok tanrılı (polytheiste)
akidelerini, Roma’nın materyalist ve manen sukut etmiş hayatını yıkarak beşeriyeti vahdaniyete
ve manevî nizâma eriştirmeğe uğraşırken, ondan altı asır sonra gelen, İslâmiyet, daha büyük bir
dâva ve kudretle yalnız bu dinin gelişmesine sed çekmekle kalmamış; onu yerleştiği Yakın-şark
ve Akdeniz ülkelerinden de söküp atmağa, daha sağlam bir dünya nizâmı ve medeniyet kurmağa
muvaffak olmuştur
İslâmiyet, beşeriyeti dalaletten kurtarmak ve hidâyete eriştirmek dâvası ile zuhur etmiş; kendine
mahsus bir dünya sulhu ve nizâmını da birlikte getirmiş ve bu suretle yeni bir cihan hâkimiyeti
mefkuresi başlamıştı. Hıristiyanların kendi dâvaları için Haçlı seferlerine mukabil İslâmın cihâdı
farz kılması da onun dünya görüşünü gerçekleştirmek gayesine matuf idi. Bu sebeple İslâm
dini dünyayı Dâr ül-İslâm (İslâm ülkeleri) ve Dâr ül-harb veya Dâr ül-cihâd (gayri müslim
memleketleri) olarak ikiye ayırmıştır. Dâr ül-cihâd olan ülkeler ve halklarının İslama tecavüz ve
tehditte bulunması cihâdın farz olması sebebi idi. Bu münasebetle cihâd, sanıldığı gibi, mutlak
surette gayri müslimlerle savaşmak ve memleketlerini işgal etmek mânasında değildir. Gerçekten
İslâmiyet cihâdı emrederken haksız yere bir muharebeyi terviç etmiyor; kendisine bir tehdit ve
tecavüz olmadıkça cihâd müsaadesini vermiyordu. Bundan başka Dâr ül-harb’ı Dâr ül-İslâm
yapınca da Hıristiyan ve Yahudi gibi Ehl-i kitap kavimlere İslâm hukukunu, nizâmını ve adaletini
tatbik ederken onlara âmân veriyor ve “La îkrâhe fi’d-din” (Dinde cebir yoktur) düstûru ile de
Zimmilerin dinlerine, ibâdetlerine ve hürriyetlerine dokunmuyor; kilise ve manastırlarına saygı
gösteriyor. Zimmilerin durumları, Hazret-i Ömer’in Kudüs’ün fethi münasebeti ile verdiği ahid
nâmeye göre bütün kaideleriyle tesbit edilmiştir. Zimmilerin, İslâmlardan farklı olarak, ödedikleri
cizye vergisi de askerî mükellefiyetten muaf tutulmalarına bedel sayılıyordu. Zira cihâd farizesi
sadece Müslümanlara ait idi. Zimmilere ait bu hükümler Tanzimat’a kadar devam etmiştir. Türkler,
yüksek esasları ve ileri medeniyeti ile İslâmiyete girerken bu dinde kendi bu s ve barış anlayışlarını,
cihan hâkimiyeti ve nizâmı mefkurelerini buluyor daha derin bir iman ve şevkle ona sarılıyorlardı.
Zira bu nizâm hakka, Allah’ın emirlerine uygundur.
İslâmiyet, siyasî hudutları ile yeni nizâmını kurduktan sonra, Abbasîler zamanında, aynı sür’at ve
kudretle, ilim ve kültür hamlelerine girişmiş ve en yüksek medeniyet seviyesine ulaşarak karanlığa
gömülmekte olan dünyaya aydınlık ve saadet getirmişti. Filhakika Hıristiyanlık mîrâs aldığı eski
ilim ve medeniyet eserlerini imha ederken İslâmiyet, tamamiyle aksine, kendi sağlam esasları ile,
eski Şark, Yunan, İran, Türkistan ve bir miktar da Hindistan ve Çin’in fikir mahsullerini yoğurarak
yeni bir medeniyet sentezi vücûda getirmişti. Hıristiyanlık ilmi, hayatı ve medeniyeti inkâr ederken
İslâmiyet bunları yükseltiyor; ilim tahsilini bütün Müslümanlara emrediyor; âlim ile câhilin müsavi
olamayacağını bildiriyordu. Böylece madde-rûh muvazenesini kurarak Eski çağ kültürlerini, yeni
ve yüksek bir medeniyet sentezi ile Yeni çağlara ulaştırma şerefi Hıristiyanlığa değil, İslâmiyete
aittir. Hattâ Avrupalılar medeniyetlerinin kaynağı saydıkları eski Yunan’a kavuşmayı bile İslâm
medeniyetine borçludurlar. Gerçekten Avrupa XII-XV. asırlar zarfında, İslâm’dan aldığı ilim, kültür
ve teknik aşılar sayesinde kendi medeniyetini kurabilmiştir. İşte İslâmiyet’in tarih bakımından
ikinci mucizesi de budur.
İslâmiyet, Hıristiyanlığı ilga etmekle beraber, başlangıçta Ehl-i kitap olan Rumları (Romalıları)
ateşperest İranlılara tercih ediyordu. Filhakika Gök-türk ve Bizans ittifakı karşısında mağlûp
olan Sâsânî İmparatorluğu nihayet Avarlar ile birlikte mukabil taarruza geçerek büyük zaferler
kazanmış; han orduları, Suriye ve Mısır’ı işgal ettikten sonra, 626’da, Kadıköy’e kadar ilerlemiştir.
Bu hâdiseleri Ehl-i kıtab’ın mağlûbiyeti sayan Müslümanların üzüntüsü karşısında nazil olan Rûm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder